Günay ÖĞRENER
Şehit Düştüğü Tarih:
4 Mart 2004
Şehit Düştüğü Yer:
Uşak Hapishanesi
Doğduğu Tarih:
18 Kasım 1973
Doğduğu Yer:
Mersin
Mezar Yeri: Burdur
Faşizmin devrimci tutsakları ve halkı teslim almak
için başlattığı F Tipi hapishaneler ve tecrit saldırısına karşı, direnişin 10.
Ölüm orucu ekibinin üyelerinden biri olarak 20 Ekim 2003’de ölüm orucuna
başladı ve tereddütsüz sürdürdüğü 134 günlük direnişinin sonunda bedenini
tutuşturarak şehit düştü.
Günay
Öğrener, 18 Kasım 1973 yılında Mersin'de doğdu. Aslen
Burdurludurlar. Erdemli olmak ve adalet, onun neredeyse bütün hayatına yön
veren iki duygudur. Babası polisti. Onlara adaletten sık sık
söz ederdi, ama babasının söz ettiği adalet “devletin adaleti”ydi;
faşizmin adaletiydi. Babası da o mekanizmanın bir parçasıydı. Babası, bu
mesleği nedeniyle 1980’de Mersin’de cezalandırıldı. Bu olay, ailelerini çok sarstı;
ama Günay Öğrener
yoldaşımızın kendi sözleriyle “doğruluğun,
dürüstlüğün, adaletin poliste, örnek
vatandaş’ta vs. değil devrimcilerde olduğunu” da gösterdi: “Devlete bakışım alt-üst olmuştu. Örnek
alınması gereken onlar değil devrimciler oldu. Devletin kıstasları yerine bunlar
geldi.”
O günden bu yana adalet için mücadele etti Günay. Ege Bölgesinde illegal alanda çeşitli görevler aldı.
Çeşitli kereler gözaltına alınıp, devlet ve polis gerçeğini işkencelerde tanıdı.
1995 yılında gözaltına alınarak tutuklandı. 9 yıldır tutsaktı 31 yaşındaki
yoldaşımız. 1999’a kadar Buca Hapishanesi'nde kaldı. Üç yoldaşının katledildiği
Buca katliamına tanık oldu. 19 Aralık 2000’deki hapishaneler katliamında Uşak
Hapishanesi'ndeydi. 19 Aralık’ta birlikte olduğu yoldaşlarından Yasemin Camcı,
Berrin Bıçkılar ve Sevgi Erdoğan şehit düştü. Ve aynı hapishanede alnına kızıl bantı takıp, zulme karşı 29 Şubat günü bedenini tutuşturarak,
kaldırıldığı Yeşilyurt Hastanesi’nde, 4 Mart 2004’te ölümsüzleşti.
Şehit düştüğünde, tahliye olmasına sadece 6 ay
kalmıştı. Onun için aslolan dışarıda ya da içeride olması
değil; zulme karşı direnişte olması gereken yerde olmasıydı. Erdemli ve adaletliydi,
bunu direnişiyle de gösterdi.
Direniş içinde yazdığı son mektuplarından birinde
şöyle diyordu. “Partiye güveniyorum.
Devrime ve zafere de inanıyorum. Bugün için çok şey var. Yani yaşanılan. Ama yaşamaksa böyle yaşamak
güzel, ölmekse böyle. Bu ailenin bir ferdi olmaktan onur duydum hep.
Şimdi direnişi büyüteceğim her şeyimle.”
Her şeyiyle büyüttü direnişi. İradesiyle,
düşünceleriyle, inançlarıyla, 134 gün süren açlığıyla, bedenini tutuşturduğu
alevlerle büyüttü.
***
Günay Öğrener'in ölüm orucuna başlama
töreni konuşması:
“Dostlar
Yoldaşlar,
20 Ekim 2000'de F tipi politikası ve tecrite karşı başladığımız Ölüm Orucu direnişimizin yıldönümünde
yola çıkmaktan ve Gültekin Koç Ölüm Orucu ekibinin
bir neferi olmaktan gurur duyuyorum.
Direnişimiz bugün 4. yılına evriliyor
ve bizler 10. ekibimizle kararlılığımızı bir kez daha haykırıyoruz. Bu aynı
zamanda zafer inancımızın bir göstergesidir. Ve her şehidimiz zaferin
somutluğudur. Dünya devrim tarihleri göstermiştir ki zafer ölme-öldürme kararlılığındadır.
Gültekin Koç da bedenini zulmün beyninde patlatabilmenin,
bomba olabilmenin, hesap sorabilmenin adıdır. 107 canımızla bugüne kadar katettiğimiz yolda tecrit politikası ilk günden itibaren
iflas etmiştir. Bundan sonrasında ise alınacak zafer ve sorulacak hesabımız
kalmıştır. Artık verdiğimiz her can da ölmek kadar öldürücü gücü de içinde
barındırır. Ve artık bugünden itibaren ödediğimiz bedellerin hesabı içinde
ilerleyeceğiz. Bedel ödetecek olmanın mutluluğuyla çıkıyorum yola.
Yoldaşlar, sizleri Parti-Cephemi seviyorum. Devrimcilik dünyanın en güzel işi. Ama DHKP-C'li olmaksa bambaşka. İdeolojik olduğu kadar kuşkusuz can
bedeli yaratılan tarihi ve kültürüyle daima saygı ve hayranlık duyduğum bu
ailede hele de böyle bir zaferde verilecek can ufaktır. Bu yine de
omuzlarımdaki sorumluluğu hafifletmez. Bu sorumluluğun ağırlığının Ölüm Orucu
zaferimizin ülkemiz devrimindeki yerinden geldiğinin bilincindeyim. Bu bilinçle
Partimin, yoldaşlarımın ve halkımın sorumluğunu Gültekince
patlayarak somutlayacağıma bir kez daha söz
veriyorum.
Yaşasın
DHKP-C
Yaşasın
Önderimiz Dursun Karataş
Sonuna
Sonsuza Sonuncumuza Kadar Direneceğiz
Ya Zafer Ya
Ölüm "
(Bu yazı, Ekmek ve Adalet dergisinin 14 Mart 2004 tarihli, 102.
sayısında yayınlanmışır.)
***
Günay Öğrener'in vasiyet mektubu:
Denize bakmaya doyamam. Özellikle de tam tepeden
diklemesine. Öyle bakınca derinliği görülüyor. Öyle bakınca hayran olurdum. Ve
güzelliğinden ölesim gelirdi.
Biliyor musun ben öldüğümde direk denize atılmak
isterdim. Çocukluğumdan beri çok sevdiğim denizde ölmek istedim en çok. Ama
büyük ailemizle deniz dışında bir ölüm tercihim oldu elbette. Bu defa da beni
denize atsınlar istedim. Bilmiyorum neden denizi kendime yakın buluyorum. Suyu
çok seviyorum. Su bana çok anlamlı geliyor. Su hayattır derler ya, su yaşamın
ilk başladığı yer. Toprak bile susuz yapamaz, hiç bir tohum susuz çiçek vermez.
Ve bütün suların kavuştuğu yer denizdir. Ayrıca su anlatamayacağım ölçüde
farklı bir şey. Gerçekten, kimyasını (H2O) ve bunların birbiriyle bağını ve birçok
maddeyle etkileşimini, fazlarını da inceledim. Suya ilişkin her öğrendiğim şey
beni hayran bıraktı. Çok farklı bir bileşik. Ama
hepsinden önce, su hayattır. O yüzden toprağa değil suya gömülmek isterdim.
Öyle bir güzellik ki herkesin görmesini istiyorum. Bazı düşünürdüm, nereye
gömülmeli insan... Nereye gelecek ziyaretçilerim? Onları harika bir yerde
karşılamak isterim. Bakmaya doyamasınlar, onlar da görünce kendinden geçsin. Güzel bir orman mı, bir dağ başı mı... Müthiş bir manzarası
olmalı. Bence buna en uygun yer de deniz.
Örneğin dünyayı seviyorum ve bakıyorum dörtte üçü
su; Anadolu'ya hayranım, dört yanının üçü deniz; insanı seviyorum, dörtte üçü
gene su... Su müthiş bir şey. Sevdiğim her şey suda var, ve sevdiğim her şeyde su var. Niye sonsuza kadar suda
kalmayayım. Niye suya karışmayayım yeniden. Büyük bir vuslat olurdu.
Olmazsa,... Burdur'da aile
mezarlığımız var. Onlar da, ailem de ister yanlarında olmamı. Hem Burdur'da hiç
şehitlerimizden kimse de yok. Tuhaf olacak, “baba” da orada. Belki de ikimizi
bir görmek insanlara adaleti ve gerçeği
daha çarpıcı gösterebilir. Hiçbir bağ adaletten daha güçlü olamaz insanlık
için.
Tabii bizim geleneklerimize uygun, umuda sarılı
gömülmek isterim. Mezar taşıma ne yazılsın, öğretici bir şey arıyorum... Toprak
mezarlık olursa bile, saçlarım... Karadeniz'e atılsın istiyorum. Anadolu'yu
dolaşmış olurum böylece. Başka şehitlerimizin toprağından istemem. Yani zahmet
çıkarmayayım fazla. Çünkü hepsini seviyorum ve ayırt edemem ayrıca.
Ben Ege'ye, saçlarım Karadeniz'e... Berrin'i
düşünüyorum. Sarı gülü çok severdi. Onu üzerimde taşımak isterim. Nuray ve
benim için tercihim kırmızı. Şöyle toprağımda bir sarı bir kırmızı gül olsa çok
güzel olur.
Tekrar sevgi ve selamlarımla. Gültekince kucaklıyor hepinizi tek tek öpüyorum. 12.2.2004,
Günay
(Bu
yazı, Ekmek ve Adalet dergisinin 21 Mart 2004 tarihli, 103. sayısında yayınlanmışır.)
***
Günay Öğrener'in kaleminden:
Canlı, Güzel Ne Varsa Bizimledir
Dünyada hiçbir şey tek ve bir başına yani öncesi ve
sonrası olmadan var olamaz. Yarın olacaklarsa, yaşayan, yaşamı temsil
edenlerdir. Canlı cansız, soyut veya somut hemen her şey bu kıstasta ayrılır.
Örneğin dil bunlardan biridir. "Ölü diller" deriz kimine, zamanı
geçmiş bugün kulanılmayan vaya
yeni kelimeler eklenmeyenlerdir. Yaşayanlarsa öyle vaya
böyle günlük yaşamda yeri vardır. Yeni kelimeler yeni kullanım şekilleri
eklenerek ihtiyaca cevap verirler. Buna göre, yaşayan’ veya ölü’
sıfatı eklenir başına. Yaşayan
gelenek’ gibi.
20 Ekim 2000'de başlayan direnişimiz de yaşayan bir
direniştir. Üstelik oldukça aktif dinamik bir şekilde
capcanlı yolunda ilerleyen bir direniş eylemi. Ölüm üzerine kurulu
olması bir çelişki gibi gözükse de bu gerçeği değiştirmez. Lenin, bir taktiğin,
eylemin, politikanın değişebilmesi için onu oluşturan nedenlerin ortadan
kalkmış olması gerektiğini söylüyor. Ki dünya devrim tarihlerine baktığımızda
da kazanma pratiğinin buna ne kadar bağlı olduğunu gösteren pek çok örnek
vardır. Öyleyse 20 Ekim 2003'te 107 şehit ve 500 gazi vermişken 10. ekiplerle
yola devam edişimizi anlamayanlarla 20 Ekim 2000 öncesine gidelim. O günden
bugüne direnişi belirleyen etkenlere bakalım.
20 Ekim 2000 öncesi ABD emperyalizmi Ortadoğu
üzerine planlarını kurmuştu. ABD ekonomik açlığını en iyi doyurabileceği yer
olarak Ortadoğu petrollerini görüyordu. Oraya varışında ise Türkiye'yi kullanmayı
hedefliyordu. Bu, Kafkas ve Balkanlar için de geçerliydi.
Avrupa emperyalizmi ise ABD gibi tıkanık bir
ekonomiye sahip değildi ama yeni pazarları ABD'ye kaptırırsa onun da sonu
farklı değildi. ABD karşısındaki ekonomik üstünlüğü siyasi üstünlüğü de getirecekti.
Ve bu üç yıl boyunca Avrupa emperyalizmi de -euro
dışında- fazla risk almadan bu doğrultuda hareket etti.
Velhasıl emperyalizmin içinde bulunduğu bunalımı
aşmak ve politikalarını hayata geçirebilmek için halkları susturması
gerekiyordu. Varlık koşulu emperyalizmin politikaları içinde yer almasına bağlı
olan ülkemiz işbirlikçileri kolları sıvadı. Halkı susturmanın yolu, öncelikle hapishanelerden
geçiyordu. Halkın örgütleyici gücü olan devrimcileri yok etmek, ezmek halkın
moral gücünü bozacak ve gözdağı olacaktı.
Hapishanelerden başlamalıydılar, çünkü bizler hem
ellerinde olmamız nedeniyle kolay hedeftik, hem de ideolojimizi, inançlarımızı
her yerde koruyor olmamız nedeniyle "teslim alınmalıydık."
Hapishanede de olsak ideolojik, politik güç bizdeydi ve bu gücün ele
geçirilmesi gerekiyordu. Bu, devlet için "olmazsa olmaz" önemdeydi ve
inceden inceye hesaplar yapıldı. Öncelikle bu politikanın hassas propagandalarla
beslenmesi, amacın iyi gizlenmesi ve "kabul görmesi" gerekiyordu.
"Cezaevlerinde teröristlerin hakimiyetine son
vermek, devletin denetimini sağlamak”, “kabul edilebilir" bir gerekçe olurdu.
Buca ve Ümraniye katliamları tecrübeleri vardı. 26 Eylül '99'da Ulacanlar'da, büyük saldırının provasını yaptılar. 10
devrimcinin vahşice katledildiği bu kanlı provayla birlikte F tipi
propagandasına hız verildi. F tipleri mutlaka açılacaktı. Ancak F tipini
olumlayan süslü yalanlar 20 Ekim 2000'de başladığımız ölüm orucu direnişine
çarptı. Direnişimizi bitirmeli, ideolojik, politik üstünlüğü ele
geçirmeliydiler. Ve bu çırpınışla 19 Aralık'ta 20 hapishanede 10 bin kişilik
bir ordu sürdüler üzerimize...
Zafer yine bizim oldu. Teslim alamadılar. 3 yıldır
sürüyor direnişimiz...
Ana Cephe, F Tipleri
F tipi politikası, emperyalizmin dünya politikasının
işbirlikçi oligarşi aracılığıyla ülkemize yansımasıdır. Ülkemizde ana cephe F
tipleri. Bu, herkesin gördüğü, görmesi gereken bir gerçektir. Sorun ana cephede
çarpışıp çarpışmamada, işbirliğine ortak olup olmamada somutlanıyor. Biz en
doğal olanını, bir Marksist-Leninist gibi, bir devrimci, bir vatansever gibi
çarpışmayı seçtik.
Ölüm orucu eylemimiz canlılığıyla sürüyor. Canlılık,
nedenleri niçinleriyle bütünleştiği gibi her
gelişmeye ayak uydurabilmesi, her şart altında ihtiyaca cevap vermesiyle de
ölçülür. Yaşama cevap veremeyen ölür.
3 yıldır direnişimizi bitirmek için saldırıyor, yeni
taktikler geliştiriyorlar. Zorla müdahale işkencesini denediler. Ölüm orucu
eylemine yenik düştü bu müdahaleler, ölmek zordu ama başarılmaz da değildi.
Yüzlerce ölüm oruççumuzla yüklendik bu saldırıya. 107 şehit 500 gazimizle bir
delik açtık, zorla müdahale cephelerine.
Tahliyeler geldi. Bu yalnızca rüşvet değil safdışı bırakma manevrasıydı. Ama Armutlu'da
direniş devam etti. Aya bile gönderse direnişin ve çatışmanın süreceği,
kararlılığı görüldü. Bizim ölüm orucu silahımız değil onların tahliye silahı safdışı oldu. Ve karşı cephe bir darbe daha aldı.
Bugünse en güçlü silah olarak sansürü devreye
soktular. Mezarlıklarımıza saldırıları bile bunun bir parçasıdır. İşte idealist
düşmanın idealist silahı! Teferruatına bile girmeye gerek yok. Böyle silahlar
sonuçta hep bize hizmet eder. Çünkü doğanın kanunu bu.
Adımız Gültekin
Koç
3 yılda dünyada eşi benzeri olmayan saldırılardan
alnımızın akıyla eğilip bükülmeden ilk günkü rotamızdan hiç şaşmadan geçip
ilerledik. Kurduğumuz direniş mevsizinde yaşandı her
şey, kayıplarımız oldu ve yaralarımızı bu çatışmanın ortasında sardık. Yeni ve
canlıydık. İnsan genç ve dinamikken çabuk iyileşirmiş yaraları.
Şimdi 3 yılın birikimi, tecrübesiyle 4. yıldayız.
Çarpışma devam ediyor. Yeni saldırılar olmayacak mı? Evet olacak. Tek Tip
Elbise veya zorla müdahalenin yasallaşması vaya başka
bir şey... Bizim cephedeyse hala savaşacaklar ve güçlü ölüm orucu silahımız
var. Manevralara cevabımız, gelişmelere göre karşılarına çıkacaktır.
Ve önemli bir nokta; bizim cephemiz yeni gelişmelere
ayak uydurup her geçen gün güç toplarken karşı cephe telafisi mümkün olmayan
darbeler almıştır ve almaya da devam edecek...
İşte tekrar 20 Ekimde yeni bir etaba girdik. Şimdi
bugüne kadar açtığımız deliklerden taarruza geçme zamanı. Belki daha fazla
şehit vereceğiz. Ama zafer taarruzdadır. Bu yüzden 10. ekipte adımız Gültekin Koç...
Gültekin Koç, fedanın adı, ama
nasıl bir feda; ölürken öldüren bir feda, hasmının boşluklarından
yararlanabilen, ölüm bedeli olsa da hasmına zarar verebilen bir feda, iktidarı
dinamitleyebilen bir feda... Dönüm noktası burasıdır. Şimdi bedenlerimizin,
şehitlerimizin açtığı boşluklardan girerek patlama zamanı. Dün tecrit duvarlarının
delinmesi vardı. Bugün hedef, yıkmadır. Bu hedefle 20 Ekim 2003'te kuşandım
bandımı.
Kendisine devrimci, sosyalist diyenler bile
emperyalizm karşısında biat ederken, ordusu, iktidarı olan ülkeler biat
ederken, insanın böyle bir hedefle yola çıkması hayalperestlik gibi
gözükebilir. Ama değil. Bizim inancımız bunun bilimsel olarak mümkün olduğunu
kanıtlıyor. Ve bunu söyleten güç sırtımızı dayadığımız Parti-Cephemizdir.
Bunu gerçekleştirebilmek için Hallac-ı
Mansur'un dediği gibi, önce kendi beninden çıkmak onun yerine o ideolojik
kaynağı koyabilmek gerekir. Şimdi bütün irademi Partime bırakıyorum. Öncesinde
böyle değil miydi? Yine öyleydi ama bu farklı. Şimdi içtiğim her yudum su,
ağzımdan çıkan her söz, kalemden dökülen her kelimede o irade olmalı, olacak.
Direniş Yaşıyor Ve Büyüyor
Bu geçiş kolay mı? Şöyle diyebilirim, sarsıcı ama
zor değil. Bandımı kuşanırken, andımızı içerken, zangır zangır
titrerken bile bütün soruları tek tek aklımdan geçirip
yeniden yeniden cevaplıyordum. Belki Gültekin de üzerine bombayı yerleştirirken aynı heyecanı
yaşamıştır. Şimdi hedefe doğru ilerliyoruz. Onunki ne kadar sürdü? Benimki ne
kadar sürer? Bilmiyorum. Sadece yerinde ve en fazla zararı verecek şekilde
olacak. Her ne kadar heyecanlı olsam da asıl neden-niçinlerin
köklerinden ayrı duygu seli olmasını istemiyorum. Bu nedenle tutukluk olmuş
olabilir.
Ok yaydan çıktı. Bu ikinci etap, üçüncüsü zafer
olacak. Bir bütünün parçası hepsi. Bir insanın
çocukluk, gençlik, olgunluk dönemleri gibi... Direniş yaşıyor ve büyüyor. Bizse
onu oluşturan yüzlerce hücreden biri olarak yol alıyoruz. Kendimi yalnızca
eyleme giden bir savaşçı gibi görüyorum. Bu elbette sıradan bir iş değildir. Sigara
almak için bakkala gitmeye benzemese de yürüyorsun, yine ayakkabılarını
bağlıyorsun, belki yine sigara yakıyor, gazete okuyorsun ama nereye ne için gittiğini
bilerek. Hesap sorma eylemine gidiyorsun, gidiyorum, gidiyoruz. Sadece tetiğe diğil de pime dokunacağız. Gültekin
gibi.
(Bu yazı, Ekmek ve Adalet dergisinin 9 Kasım 2003 tarihli, 85.
sayısında yayınlanmışır.)
***
Günay Öğrener'in feda eyleminden önce
yazdığı şiir:
Fedaya 72 Saat
30 yaşımı doldurduğum gün
aldım bu defteri
Ölüm orucunda 30. günü
"Ölüme giderken
yaş günü kutlanır mı"
türünde
- olabildiğince saçma
bulduğum -
yumurta-tavuk misali tartışmaları
'çenesindeki bir tutam
kıl'dan aldığı
güçle tartışanlara bırakıp
'yüreğinde bir damla nur'
taşıyanlarla
sohbete geçeceğim
İlla merak edenler içinse
kısaca
"evet kutlanır"
diyeceğim
Kutlanır!
Hem de nasıl kutlanır
Asıl şimdi
Düğün bayram gibi
Tüm yaşayanları
kıskandıracak denli
kutlanır!
'Jübile için'
Teşekkür için
Hiçbir şey olmazsa
Yaşam için!
Yalan değil, çok sevdim
yaşamı
-Aşkta sınır yok ya-
öyle kutluyorum aşkımı
30 yaşımı doldurduğum gün
aldım bu defteri
daha doğrusu
arkadaşların
hediyesi
Bayağı da süslü ha!
Süs gibi durdu zaten
uzun zaman masada
ne yapacağımı bilemedim
onunla
beni bilemedi sanırım
o da
Velhasıl
100 gün sürdü tanışmamız
Bugün 130. günümdeyim
Önce epey bir bakıştık
yani ben ve
defterim
Sonra
- ayıplamayın ama-
defterime bir güzel geçirdim
bana yazılan şiirleri
benimle ilgili olanları
yani
Şanslı bir ölüm benimki
zor bulabilir kimi
Çünkü uzun süreli
Belki
bir nefeste verilen
can ister kimi
Kansız
ağrısız
bir ölüm belki
Sorarsanız bana
memnunum ölümümden
Hiç olmazsa
aşkımla vedalaşmaya
fırsat tanıdığı
için
Belki benden sonra
denebilecekleri
duyabildiğim
için
Hatta cenazemi dahi
hazırlama olanağı
tanıdığı için
Anlayacağınız
Yaşam bana karşı hala
bonkör
Sanırım o da beni
seviyor!
Dedim ya
Şanslı bir ölüm benimki
oturup okuyorum
arkamdan okunacak şiirleri
inceliyorum.
Yoldaşlarım;
yüreğindeki ışıkla aydınlandıklarım
İşinize karışmak oluyor
belki
ama ne yapayım
"gören göz hakkı"
derler hani
ben de gördüm yazdığınız şiirleri
hepsine olduğu gibi
katılamadım ne yazık
ki
ukalalıktan değil tabii
biraz fazla
gerçeklikten belki
elbise alır gibi
denedim onları da üzerimde
Kimi büyük geldi
kimi ufak rötuşlar
istedi
yapmadım yine
de
Kızıyorum bu konuda
kendime
kızdıysanız siz de
haklısınız elbette
Öyle ya,
"bu ukalalık da ne!"
Ama satırlarınıza bir şey
yapmadım
Dedim, sık dişini kızım
her şeye karışmak zorunda mısın
üstelik yarınkileri hiç
duymayacaksın
Dedim ya bunları
130. günde yazmaya başladım sonra
defterimle tanışma
fasıllarım
Ama fazla oyalanmayayım
çok iş var yapacağım
yeni dergi hazırlanacak
sohbetler
kurulacak
bir çift laf
edemedim daha.
Nasıl oldu ben de
bilemedim
bu gece ilham geldi
bu ilk gelişi
tam da gider ayak
açlığın130. gecesi
kovamadım
kendisini
Günay
Öğrener
26 Şubat 2004
Hakkında
Daha Geniş Bilgi İçin...